Yine ev, hep ev.

En son "ev" üzerine yazmışım burada. Bitmek tükenmek bilmeyen bir ev, bir yuva açlığımla. 

Bugün kendi evimdeyim, kendi yuvamdayım. 
Artık kendi evimdeyim, kendi yuvamdayım. 
Tam 30 yaşındayım. 
Bir sürü camı olan bir evi yuva yaptım. 
Tam 30 yaşındayım ve bir sürü camı olan bir evi yuva yaptım. 
Kendi yuvam yaptım, kendime yuva yaptım. 

Artık güvendeyim. Yağmur da yağsa, fırtına da çıksa. 

Gözüm yolda. Gözüm çevre yolunu gören bir apartmanın göğe bakmaya çalışan bir balkonunda. 
Yuva paylaşmanın güzel olacağını bana öğreten yol arkadaşımın geleceği günü bekliyorum sabırsızlıkla.

Ev

Zihnimdeki “ev” kavramına yüklediğim her ne kadar anlam varsa, hepsini birer birer serbest bırakıyorum bu sene. “Ev” önceki anlamlarını yitirdi benim için sanırım. Aslında “yitirdi” diyerek belki de kafa karışıklığına sebep oluyorum bilmiyorum ama bir kayıp değil bahsettiğim. Zihnimdeki “ev”e öyle bir özgürlük, öyle bir hafiflik geldi ki, nasıl bir hafifleme olduğunu dile getirmek için, yazıya dökmek için sabırsızlanıyorum. İnandığıma inanmak için; inandığımdan emin olmak için; inandığımı somut olarak görebilmek arzusuyla.

Artık “ev” dediğim kavram benim için dört duvarlı fiziki bir varlık olmaktan fazlasıyla uzak. Nasıl bir yanılgıysa benimki, içimde bir yerlerde arayıp durduğum evin fiziki olarak inşa edilir/inşa edilmiş bir bütünlük olduğunu sanmışım. Hâlbuki nasıl da emindim. Meğer “ev” benimle her yere gelen bir şeymiş; gayet soyut, üstelik soyut olarak da paylaşılır bir şeymiş. İnsan bırakın bir evde, otelde vs. konaklamayı, bir insanda, bir idealde, bir hayalde bile konaklayabilirmiş. Son bir senede bunu defalarca görmüş ama farketmemişim. (Otelde, aitlik atfedilmeyen bir yerlerde yaşamak üzerine de güzelleme yapasım var ama yeri değil.)

Her şeyi alabildiğine somut sanarken her şey nasıl da alabildiğine soyut – muş.

 

Bundan yıllar sonra da aynı fikirde olur muyum acaba? Belki de yetişkinlik bütün somutluğuyla evlerimi yerle bir eder. Kim bilir…


Bilindik

Hisler üzerine konuşmaya geldim yine. İşim gücüm hisler çünkü. Nasıl hissettiğim üzerine konuşmayı seviyorum. Tanıyıp bildiğim, yeni tanışıp da sevdiğim hisleri beslemeyi seviyorum. Kabullenmekte zorlandıklarımı, misafir etmeyi sevmediklerimi de yazarak, çizerek, benzeterek ruhumdan uzaklaştırmaya çalışıyorum. Neticede soyut bir şeyi somutlaştırmak çabası kendiliğinden, evvelden.

Geçen akşam bir pastanedeydim yakın arkadaşlarımla. Pastane tam bir pastaneydi. Vanilya kokulu, bol meyveli, sarı ışıklı, yaş ortalaması yüksek ve işlek. Cuma akşamı olunca da bir hayli kalabalıktı. Bir ara sohbetimize ara verince etraftaki sesleri farkettim. Haftanın son gününün yorgunluğu üzerimde, gözlerim yarı kapanıyor ve yüzümde arkadaşlarımla olmanın verdiği bir gülümsemeyle etrafa bakıyordum. Bir an için kendimi misafirliğe gidip de uyuyakalmak üzere ama etrafımda olup biten her şeyden haberim varmış gibi hissettim. Nasıl huzurlu, nasıl doyulmaz bir uyur uyanıklık hali, nasıl tanıdık. Herkesin anlatacak bir şeyi var, her masada başka bir konu, her masada yumuşak kekler, taze demlenmiş çaylar ve yer yer susup etrafa göz atanlar. Her masada neler neler. (“Masa da masaymış ha” geliyor aklıma ama o başka bir yazının konusu.)

Birazdan gitme vakti gelecek ama uykum var; saatten haberim yok. Üzerim örtülmüş, sandelyeler birleştirilmiş ve hatta şanslıysam evin çocuğunun yatağına yatırılmışım; koridorun ışığı açık. Güvendeyim, mutluyum. Sessizlik beni çağırıyor, uyku beni çağırıyor ama içeride hayat son sürat, gürül gürül akıyor. Herkesin anlatacak bir şeyi var. Nefes alışverişlerim yavaşlıyor. Her şey olması gerektiği gibi; başka birinin yatağındayım, başka bir yerdeyim ama her şey yerli yerinde. (Bu da ayrı bir his ama o da başka bir yazının konusu; henüz yazmadığım.)


Pastane güzelleme yaşına daha gelmemişimdir değil mi ya? Ya da gelmişimdir belki, kim bilir.


Fazla keskin ama haklı gibi, fakat fazla keskin.

"İnsanın kendine hedef olarak belirleyeceği çok daha muazzam, çok daha kalıcı şeyler varken, bu kadar küçük ve geçici bir şeyden zevk almak ona abes geliyordu. Görkem ve yoğunluk istiyordu. Kendini bir çiçeğe mahkum etmek tehlikeli bir teslimiyetin simgesiydi. Şimdi asıl meseleyi anlamaya başlıyor. Çiçek sevgisi alçakgönüllülüğün ve hüsranla uzlaşmanın bir sonucu. Bir gülün gövdesine veya bir yaban sümbülünün taçyapraklarına hayran olmaya başlamamız için, bir şeylerin sürekli ters gitmesi gerekir. Büyük hayallerden bir şekilde hep taviz verildiğini fark ettik mi, büyük bir minnettarlıkla bu huzurlu mükemmellik ve zevk adacıklarına yönelebiliriz."
Masalar ve takvim yılları

Bir yıl daha bitiyor takvimsel olarak. Bu yıl çeşitli sebeplerle en çok konu başlığının hayatımda yer aldığı senelerden biri oldu. Yoruldum, eğlendim, güldüm, çığlık attım, acilde yattım, kumsalda güneşlendim, hiç bilmediğim kavramlar öğrendim, hiç bilmediğim yerlerde gezdim, hiç bilmediğim şeyler yedim, hiç bilmediğim sınırlarımda gezindim, hiç bilmediğim setler çektim, bazı şeylerin nasıl da ölümcül kıymette olduğunu, bazı şeylerinse nasıl da ehemmiyetsiz olduğunu gördüm...

Herkes gibi ben de ister istemez bu yılı düşünerek uyuyorum şu son günlerde. Aklıma pek çok şey gelse de, bariz bir şekilde gözümün önünden kısa videolar halinde geçen görüntüler var ve bu görüntülerin odak noktası "masalar". Çeşitli insanlarla, çeşitli şehirlerde, çeşitli sebeplerle, çeşitli konuların tabakların, yemeklerin, içeceklerin üzerinde biraz biraz kaldığı masalar... Kimi masalarda şen şakrak, kimi masalarda sulu sepken, kimisinde sıradan, kimisinde öfkeli... Öfkeyi mizaç olarak içinde çok büyüten biri değilim, bunu beni tanıyan herkes bilir. Öfkeden korkarım, hayatımda yer vermem. Fakat bazı masalardan -o an kalkıp gitmediğim masalardan / sorun çıkarmayı sevmediğimden oturup kaldığım masalardan / daha sonra kendime kızacağımı öngöremediğim sofralardan- ayrılamadığım geliyor aklıma ve uyumakta zorlanıyorum.

Bu sene kalabalık sofralar hayal ediyorum yine, şen şakrak, sulu sepken ama neşeden. Bu sene hangi masadan ne zaman kalkacağımı, masaların da, sofraların da terkedilebilir olduğunu bildiğim bir yıl olacak ama ben yine de hiç bir masayı terk etmek zorunda hissetmeyeceğim kadar huzur dolu bir yıl diliyorum.

İnsanın sevdikleriyle / sevdiğiyle özenle kurulmuş bir sofrada bir araya gelmesi güzel şey. Her anı değerli. Değersiz hissediyorsa insan, ya da artık hangi fiille kaplandıysa ruhu, o masayı öylece bırakıp gitmeyi de bilmek gerekiyor belki.

Belki. Çok da emin değilim.
Yol

3 gün önce, 4 gün için evden ayrılıp 13 gün sonra eve döndüm. Kol çantam, sırt çantam ve askıda birkaç kıyafet ile 1.575 km yol gidip, 6 ayrı otel odasında kalıp, olabildiğince plansız, hızla yola çıkarak 3 ayrı şehir gezdim. Bir sürü güzel şey yedim, bir sürü güzel şeyi ilk defa yedim, bozkırda uzunca bir süre hayatta kalmamı sağlayacak kadar deniz kokladım, hiç hesapta yokken, hiç hesapta olmayan şehirlerde ortaokul arkadaşlarımla görüştüm.

Yola çıkmadan önce bir arkadaşıma şöyle demiştim: "Ya ben hep huzuru veya artık her neyi arıyorsam, onu hep evde arıyorum, niye bir kök salma isteği var bende sürekli?" ardından da bu soruyu yine kendim cevaplamıştım: "Belki de sürekli yolda olmam gerekiyordur."

Belki de haklıyımdır. Yolda olmak harika. Yolda olmayı elbette tatmıştım ama plansız olanı ayrı bir güzelmiş. Hadi az eşyayla seyahati yıllardır deniyordum, oluyordu, evet, ama 2 parça eşyayla da seyahat edilebileceğinden emin değildim. Eminim artık. Üstelik çok da pratikmiş. Bir kuru temizlemeci ile kolaylıkla halledilebiliyormuş. Zaten geri kalan her şeye günün neredeyse her saati erişilebiliyormuş.

"Ev" ile bağım kopuyor gibi hissediyorum. Zihnimdeki "ev" ile.



Yollar hiç bitmesin, yeni şarkılar, yeni yerler, eski arkadaşlar, yeni arkadaşlar, yeni lezzetler, yeni sokaklar... Bunu sevdim. Bunu çok sevdim.
Geriye Kalan

benden geriye el yazılarımın kalmasını isterim. yalnızca, sadece değil elbette.
buralardan geçip gittikten sonra hâlâ bizden bir şeyler burada kalsın istememiz de fazlasıya ironik aslında.

ben, el yazısıyla yazdığım kağıtlar kalsın isterdim geriye. bu düşüncemi böyle bir ortamda dile getiriyor olmam da fazlasıyla ironik oldu gerçi ama neyse.

el yazımın güzel olduğunu söylüyorlar sıklıkla. "inci gibi"ymiş. gerçek inciler hiç de muntazam büyüklükte ve şekilde olmuyorlar aslında; işlemden geçirilince o muntazamlığa erişiyorlar ama neyse. söylemek istediğim bu değil.

lafı çok uzattım. söylemek istediğim şey, el yazımın o kendine has, hiç de küçük sayılamayacak büyüklüğü, aralıklı ve düzenli hali beğenilse de, geriye bırakılacak şıklıkta değil bana kalırsa. sanki geriye bırakılan el yazısı metinlerin, mektupların ya da alışveriş listelerinin belki el yazısıyla, kıvrımlı, daha küçük büyüklükte, daha kusurlu, daha alelade yazılması gerekirmiş gibi geliyor. hoş, geriye kalan el yazılarının neyi anlatması gerektiğine ne kadar düşünsem de karar veremedim. dokunaklı bir mektup mu olmalı (sahici bir mektup arkadaşım olması için neler vermezdim! ve hayır, geriye el yazısıyla yazılmış mektuplar bırakmak için değil.), ders notu mu olmalı, yoksa hediyeye iliştirilmiş ufacık bir not mu? neyse ki gönül ilişkilerine dair bir şeyler yazması gerektiğini düşünecek kadar sığ, ya da artık doğru sıfat her neyse o değilim. düşünüyorum da öyle biri olsam ne sıkıcı olurdu!



ve evet, geriye bırakmayı, geride bir şeyler bırakmayı düşünecek yaştayım. bunun için bir alt yaş sınırı olması saçma olurdu zaten, değil mi?