Düşünsene. Sen bir sürü cümle kurmuşsun. Uzun uzun, kesik kesik. Kalbinin her zamanki yeri dışında vücudunun çeşitli yerlerinde attığını hissetmene sebep olan o şey'den bahsetmişsin, bahsediyorsun. Göz teması bile kurmak istemiyorsun karşındakiyle zor geliyor çünkü kalbin ortada, zihnin ortada görecekler. Ama nezaketen arada bir bakıyorsun. Göz teması önemli çünkü biliyorsun, okudun o kitapta. Hâlbuki istediğin taa uzaklara bakmak. Neyse bakıyorsun. Arada kaçamak kaçamak. Nefes alırken. O sırada karşındaki - telefona şöyle bir dokunup - ilk susmanda cevap veriyor:

AYNEN. AY NEN.

Ortada soru bile yok ama ona bunu söylemiyorsun.


 İlkokuldaydım galiba. Yıldızları o zaman da seviyordum. En çok seyretmeyi. Sonra okumayı. Annemin aldığı kitaplardan yıldızlarla, gökyüzüyle ilgili evde ne varsa. Tabi bir de hayal etmeyi. 
 Bir yaz odamın tavanına fosforlu yıldızlar yapıştırmıştık babamla. Geceleri usul usul, plastik plastik parlarlardı. Yıldızları hala seviyorum. Tepemde yıldızlarla uyumayı hala seviyorum, ama hayallerim biraz değişti. Yıldızlı bir gökyüzü görmek istiyorum uyumadan önce hala, evet. Tam tepemde ama sınırı üst komşunun zemini olmayan. Bir yatak istiyorum. Ya da bir döşek, bir sergi, bir uyku tulumu belki. Ev niyetine de tabanına hırka serilmiş bir çadır içi. En sevdiğim. Belki bir de battaniye. Yumuşağından. Battaniye huzur. Battaniye güven. Ha bir de unutmadan çocukken yatağımın yarısından fazlası boş kalır, o boşluk yüzünden yatağım bana devasa görünürdü. O fazladan boş alanları diyorum, boş bırakmaya gerek yok artık çünkü artık boyum daha fazla uzamayacak gibi, boş bırakmamalı. 
Yatak ya da çadır, artık ne varsa bu hayalde, hah işte onun o boş kalan yerlerini birlikte dolduracağım birini de ekliyorum hayale.

Durma Göğe Bakalım yazacakmışım gibi değil mi ama yazmayacağım. Fazla popüler artık. Tadı kaçtı.

Mesela;









diye not almışım defterin arkasına


 "...çünkü hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil, her şey hatırlandığı gibi."
 Kütüphanenin cama yakın bir masasında oturuyorum. Barış Bıçakçı'nın Aramızdaki En Kısa Mesafesi'ni yeni bitirdim. Müzik dinlemeyi düşünmüştüm ama vazgeçtim. Barış Bıçak'nın diğer kitaplarını bulmak için üst kata çıktım, elimde Kuzular Vadisi'yle geri döndüm. Üstün Dökmen samimi adam. Kırkbeş dakika sonra dersim var. Kitaplarım ve notlarım bende değil. Masaya oturduğumda arkamdaki kıvırcık saçlı adam benden kalemtraş istedi. Yaşı itibariyle kimsede kalemtraş olmayacağını, en azından ilk denemede bulamayacağını, bilmediğini düşünerek - oldukça acelesi var gibiydi - fazla kalem verebileceğimi söyledim. Nazikçe, hatta fazla nazikçe teşekkür etti. Sonra silgi lazım oldu silgimi verdim. Dilekçe yazıyormuş. Telaşlı. Endişeli. Yemeğe gideceği için benden masasına koymak için kitaplarımı istiyor. Hukuk kitabımı verdim çünkü hukuk kitabı masayı korur. Korusun. Tekrar teşekkür ediyor. Nazikçe, hatta fazla nazikçe.
 Bazı insanlar, bazı tanımadığım insanlar, bazı güzel insanlar, bazı yaşı epey var olan kırılgan insanlar. Sesimizi yükseltsek gözümüzün önünde paramparça olacakmış gibi duran insanlar. 
 Bunlar hep kütüphane. Kütüphaneler şifalı.

 bugün kaçıyorum.